Üzerinde yaşamın kalmadığı ve üretilen kentsel projenin kamu yararı taşımadığı, dünyanın en önemli arkeolojik alanlarından biri için verilecek karar, bir tarihi miras yönetimi konusudur. Yukarıda sözünü ettiğim uluslararası sözleşmeler, kentsel projelerde arkeologların taraflardan biri olarak yer almasını şart koşar. Bizdeki uygulamada ise arkeologlara yalnızca “kazıcılık” işi düşerken, müze ve bu alandaki çeşitli disiplinler sürecin planlamasına dahil edilmiyorlar.
Her arkeolojik sit, kazılmak zorunda değildir. Kazıldıktan sonra nasıl korunacağı en büyük sorundur. Sulukule için de bu karar verilmek zorunda. Oysa proje başladığı anda otomatikman bir arkeolojik kazı başlamış olacak. O zaman başka soruların yanıtları verilmek zorunda kalınacak: Proje mi değişecek, buluntular müzeye mi taşınacak, buluntuların sunduğu bilgi topluma nasıl aktarılacak, nasıl görünür kılınacak vb. Miras yönetimi insanoğlunun belleği ile bugünkü varoluşunu buluşturup geleceğe yansıtma işidir aynı zamanda. Sulukule arkeolojik siti yüzlerce yıldır uyuyan ruhların anısını, dünyanın sürgün Romanlarının hüzünleriyle buluşturan, kendi anlamıyla dolu kocaman bir boşluk olarak duruyor şu an. Bu boşluk, koruma politikalarının en temel prensibi olan “aidiyet duygusu” ile bu toprağa bağlı olan Sulukule halkıyla dolmalı yeniden. Aksi halde boş kalmalı. Boşluk, unutmaya izin vermez, yüzleştirir. ICOMOS 2008 Quebec Deklarasyonu, ‘Mekânın Ruhu” derken korumacılıkta yepyeni bir kapı açtı, bu unutulmamalı.
Son söz: Bu yazı Sulukule’yi kapsıyor ama İstanbul’da hızla ilerleyen bütün yenileme projeleri için de geçerli. Fener-Balat Projesi de yeraltı otoparklarıyla ve kapsadığı alanla aynı yazının konusu.
Derya Nüket Özer
yazının tamamı :
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetay&ArticleID=986870&CategoryID=42